İslâmın köylü çehresiyle yüzleşmek
XX. yüzyıl Türkiyesi"nde İslâm iki mühim hadiseyle göğüsleşmek zorunda kaldı; bunlardan ilki, birinci çeyrekte Türkiye"de siyasi rejimin değişmesiyle uygulamaya konulan laiklik uygulamalarındaki hamlıktı.
Esasen Türkiye"de kamu cihazının laik bir modele dönüştürülmesi için bir asır öncesinden beri mühim merhaleler katedilmişti;
Osmanlı devletinin son asrı eğitimde, bürokraside, hukukta, siyasette ve kamu yönetiminde laik uygulamalara sahne olmuştu ve toplum bu gibi uygulamaları alkışlamamakla birlikte aşırı rahatsızlık da göstermemişti. Yönetimin laikleşmesi, örnek alındığı yetersiz ve problemli Fransa uygulamasını bile mumla aratacak kertede kötü bir yoruma tabi tutulduğu için başta dini eğitim olmak üzere, dini hayatın kamuya akseden bütün veçheleri devlet eliyle spazma uğratıldı. Yüzyıllarca devlet tarafından himaye gören İslâm çok kısa bir zaman süresi içinde devlet katında ilgisizliğe uğramak bir yana, hasmâne tutumlarla karşılaşınca konunun toplum içinde yansıması farklı oldu ve insanlar inançlarının devlet nazarında hoş karşılanmadığını açıkça hissettiler. Dini hayat eski coşku ve aleni parlaklığını kaybederek kamu hayatından camiye, camiden evdeki dört duvar arkasına çekildi, sindi ve matlaştı. Bu dönemde İslâm düşüncesinin şehirli birikimi, söz konusu örtülü sindirme kampanyasında ağır sadmelere uğradı; müdafaa içgüdüsü ile içe dönüklük hâletine kapandı ve geleneğinde devlete karşı direnmek fikri olmadığı için iyice etkisizleşti. Tevhid-i Tedrisat Kanunu"ndan çok önce İttihat ve Terakki hükümetleri döneminde medreselerin klasik fonksiyonunu kaybetmesiyle "merkez ulemâsı" zaten etkili olabilmek imkânından mahrum kalmıştı.
Köylülüğün iktidarı
İkinci hâdise, yüzyılın ortalarından itibaren başlayan şehirleşme cereyanının kontrolsüz gelişimi oldu. Din sosyolojisi bakımından şehirlerde nüfusun ekseriyetini ele geçiren köylü nüfus, kendi muhalefetini oluşturmak ve ona bir üslûp kazandırmak zaruretiyle baş başa kaldı. Yeni yeni şehirli kimliği kazanmasına rağmen şehir birikiminden hemen hiçbir şey tevarüs edemeyen köylü nüfus, iskân, istihdam, eğitim, aile gibi temel problem odaklarıyla birlikte bir sosyolojik vakıa olmak boyutuyla "dini" ihtiyaçlarını da kendi kıt imkânlarını seferber etmek suretiyle yorumlayarak gidermeye çalıştı.
Tam da bu noktada "şehirli birikimi" veya kısaca "medenî tecrübe" dediğimiz unsura yeniden dönmek mecburiyetindeyiz. An"anevi köy-şehir ilişkileri sarsılmadan önceki yıllarda şehirler, kazandığı yeni köylü nüfusa kendi değer yargılarını, geleneklerini ve tecrübelerini kabul ve hatta dikte ettirme şansına sahipti. Köyden şehre akın denetlenemez bir yoğunluğa ulaşınca şehirler bu bakımdan "regülatör", yani düzenleyici olmak vasfını kaybetti. Yeni yerleşim alanlarındaki nüfus, ait olduğu toplumun şehirli kesimi tarafından asırlar boyunca üretilen ve biriktirilen tecrübeden istifade etmeyi aklına bile getiremeden yeni hayatını tanzime koyuldu. Sadece dini hayat değil, şehir hayatının bütün gerekleri ve parçaları, âdeta deneme-yanılma usulü ile bir araya getirilerek el yordamıyla yeni bir şehir hayatı inşasına çalışıldı. Pratikte bu, asırlar boyunca edinilen bütün medeni tecrübenin inkârı anlamına geliyordu.
"Hacıemmi"yi ıskalamanın bedeli!
Böylece İslâmi hayat, öncekinden son derece farklı bir mecrâda akmağa başladı. Yeni semtlerde mahalli imkanlarla kotarılan yeni cami inşaatları hızla yükseldi. Bu binalar İslâm mimarlığının yüzlerce yıllık tecrübesinden tamamen mahrum, adeta zaruretlerin ve görgüsüzlüğün dini mimarlığa yansımasını temsil eden garip ve çirkin örneklerdi. Diğer taraftan İmar kanunu öncesinde tabii işleyişini bulan mahalle idaresi sekteye uğratıldığı için cami yaptırma dernekleri, yeni bir "mahalleli örgütlenmesi" olarak ortaya çıktı. Bu dernekler çevresinde bir araya gelen "hacıemmi" tipleri, yeni bir toplum ve kanaat önderliği modeli ortaya koydular ve Türkiye"nin siyasi hayatında son derece önemli ve tayin edici bir rol oynadılar. "Hacıemmi" tipi, bizde ilmi araştırmalara konu teşkil etmemiş, sosyoloji kürsüleri bu önemli fenomene uzak ve ilgisiz kalmıştır. İlmin şaşı kaldığı bu yeni insan tipini siyasetçi hızla fark etmiş ve Türkiye"nin fiili şartlarına çok uygun yeni bir siyaset anlayışını bu yeni olgu üzerinden inşâya başlamıştır.
İslamcılık: Yeni ve "geri" bir siyaset dili
Türkiye"nin son otuz yılına damgasını vuran siyasi İslam cereyanı, ülkede öteden beri varlığını sürdüren yerleşik ve şehirli İslâmi telakkiden son derece farklıydı. Bu cereyan kendini siyasi hayatta, şüphe uyandıracak kadar pratik ve kolay anlaşılır bir retorikle ifade etti. Varlığını ve niçin gerekli olduğunu dini bir düzlemde, dini kavramlarla izah ederek yeni bir siyaset dili geliştirdi. Bu dili en iyi telaffuz edenler yeni toplum sözcüleri ve öncüleri oldular. Aralarından çıktıkları toplum tabakalarının taleplerini iyi seslendirerek politikada hızla yükseldiler ve tez zamanda gurura kapılarak sisteme karşı hiç de ciddiyeti olmayan, derinliksiz, laubali ve son derece tehlikeli bir tenkit kampanyası açtılar. Bu süreçte ihtiyaç duydukları dini kavramları fütur getirmeksizin kullanmaktan çekinmiyorlardı.
Bu cereyan Türkiye"nin son otuz yılına damga vurdu; dışarıdan bakıldığında "İslami" gibi görünmesine rağmen özü itibariyle İslâmi değil, sadece "köylü"ydü ama dışarıdan bakıldığında olup-biten her şey sanki "İslâmi" imiş gibi görünüyordu. Bu performansın ne İslami, ne politik, ne de kültürel açılardan başarılı olduğu ileri sürülemez. Tam aksine "İslâm" imajını zedeleyen ve kredisini azaltan yönüyle zararı daha baskın çıkmıştır.
Düşmanın işini kolaylaştırmadık mı?
Toparlayalım: İslâm, diğer büyük semâvi dinler gibi şehirleşmeyi teşvik eden, bâdiye hayatı değerlerini yüceltmeyi kınayan, dinin en ziyade toplum ilişkilerinin en karmaşık haliyle göründüğü şehirlerde anlamını bulacağını öngören bir toplumsallaştırma projesine sahiptir. Köylülük, neticesi şehir değerleriyle yüzleşmek ve onu temessül etmekle nihayetlenen sosyolojik bir istasyondur. İslâm, tarihi, iktisadi ve psikolojik meseleler yanında XX. yüzyıl içinde ilaveten bir de köylülük meselesiyle göğüsleşmek lüzumu ile karşı karşıya kaldı ve bu karşılaşmayı mühim oranda kaybetmiş görünüyor. Köylülük hali ile yüzleşmekte geciken İslâm toplumları, muasır dünyada "geri" görünmekten kurtulamıyor. Son on senede ABD yönetim çevrelerinden kaynaklanarak bütün İslâm dünyasına yönelen "terörist, uzlaşmaz, geri ve katı" İslâm imajının yaygınlık kazanmasında kısmen Müslümanların da hissesi olduğunu artık görmezden gelmemeliyiz.
KINA-KINAMA:
TÜRKÇE KELİME KITLIĞINDA ASMA BUDAMAK: RAIL LIFE
Bir önceki TCDD Genel Müdürü Vedat Bilgin, arkadaşım ve dostumdu. Kendisinin Türkiye"nin bütün trenlerinin genel müdürü olduğunu duyduğumda içten içe sevinmiş, "kimbilir üniversiteli kimliği ile TCDD bünyesinde ne güzel yayın faaliyetleri düzenleyecektir" diye neşelenmiştim. Nasip değilmiş, Genel müdürlüğünün son aylarında amatörce bir aylık bülten yayınlanmasına ön ayak olduysa da benim beklediğim çapta bir demiryolu dergisi olmadı.
Geçenlerde postadan bir dergi çıktı: Adını söylerken sarsılmamanız için önceden ikaz ediyorum: "Rail Life". Evvela hiç aklıma bile gelmedi ki bu dergi "TCDD"nin aylık dergisi"dir ama hayret, aynen öyleymiş.
Efendim muhteviyatı güzel, baskı kalitesi, kağıdı, fotoğrafları neredeyse kusursuz; tam da benim vaktiyle Vedat Bilgin"den beklentilerimi karşılayacak derecede olgunlaşmaya, dergi klasiği olmaya namzet bir çalışma ama ismine yeniden dikkat çekmek isterim: Rail Life! TCDD"nin aylık dergisi!
TCDD gibi Türkiye"nin en eski kurumlarından birisi, kendi yayın organına niçin İngilizce bir isim bulmaya kalkışır ki? Genel müdürlüğün karşısındaki dükkan "trendy" olsun, "uluslararası müşteri de gelsin" saflığıyla bu gibi hoppa isimler koyabilir ama TCDD asla. Demiryolları, Cumhuriyet"in en halkçı ve başarılı projelerinden birisiydi; bence hâlâ öyledir. Dergisi de aynı hassasiyeti aksettirmeliydi. Türkçe"de isim mi kırılmış, kelimelere kıran mı girmiş ki İngilizce isim seçiliyor?
Mantığı, makul gerekçesi olmayan bir şey bu; TCDD"nin yeni genel müdürü Süleyman Karaman"ı, henüz başarılar bile dilemeden bu acı tenkidin hedef tahtasına koyduğum için hiç de memnun değilim. Derginin ikinci sayısı çıkmış ve her iki sayıda bahsedilmesi gereken çok güzel yazılar var ama onlardan bahse sıra gelmedi. Hep o züppe isim yüzünden; Rail Life. Eksik olsun öyle Layf efendim. Şu memlekette evvelen Türkçe isim taşıyan adam gibi demiryolu dergisi çıkarıldığını görmeyecek miyiz?