Huzursuz bacak
Huzursuz bacak diye bir sendrom duymuş muydunuz? Belirtileri şöyleymiş:
Uyku veya istirahat esnasında bacaklarda hissedilen rahatsızlık, huzursuzluk, hareket ettirme ihtiyacı, uyuşma, karıncalanma bazen de tam olarak tanımlanamayan bir his. Özellikle geceleri harekete geçermiş ve insanlar, “Bacaklarım kıpraşıyor, gıdıklanıyor, yanıyor, karıncalar geziyor” cümleleriyle yaşadığı sıkıntıyı anlatmaya çalışırlarmış.
Yöneticilerimiz ‘Huzursuz bacak'ı soğuk algınlığı derecesinde önemsizleştiren daha vahim bir huzursuzlukla mustarip. Adı yönetici, neticede yönetiyor ama buna yönetmek denilirse tabii. Avda, tüfeği tutukluk yapan avcının, neticede arslan tarafından yenildiğini söyleyince, ‘Ama nasıl oluyor da yaşıyorsun?' sualine, “Sen buna yaşamak mı diyorsun kardeşim” cevabı vermesini hatırlatan bir derin tatsızlık hissi. Yönetiyorsunuz bir şekilde ama tatsız! Alın meselâ, Giresun dolaylarından fıkra antolojilerine girmeye aday bir vaka. Jandarma, aşırı yüklü kamyonu çevirince belediye başkanı müdahale ediyor, “Paralel devlete çalışıyorsun, MİT TIR'larına da aynı şeyi yaptınız, zaten adınız rüşvetçiye çıkmış vesaire...” Hani reis beyde biraz hayâl gücü olsa, “Biz dereden yüklediğimiz çakılları Bayırbucak Türkmenleri'ne götürüyorduk. Devlet maslahatıdır” diyerek olaya diplomatik derinlik kazandırması bile mümkün ama ah o huzursuzluk!
Siz buna yönetmek mi diyorsunuz? Sûretâ her şey kolay gibi. Âcil bir vaziyette kötü pozisyonda yakalanınca, yakalayanları tutuklayıp evlerini basarak veya itham sahiplerini bile ikna etmeyen çakma iddialarla suçlu çıkarmaya çalışarak nereye kadar gidilebilir ki? Bürokrasi, üniformasızından üniformalısına kadar irâdenize âmâde. Aklınızdan geçen en olmaz cümleleri bile kanun metnine dönüştürecek derecede yasama erki avuçlarınızda. Hukuk camiasına, istediğiniz hakim ve savcıyı tutuklatacak raddede korku salmış, adamlara bir sürü başağrıtıcı intikam operasyonları yaptırıp basın üzerinden açık talimatlar yağdırmışsınız. Kamu hazinesi emrinizde; ne kadar örtülü ödenek isterseniz vızır vızır geçiyor. Yakında bilumum devlet memurlarını ‘çürük-yarayışlı' diye haddeden geçirecek kanun teklifi de cebinizde ve üstelik ‘Bir ok attım kebap oldu' saçmalığını bile canla başla, mazur göstermeye hazır kalabalık bir medya gücünüz de mevcut.
Yine de huzursuzlanıyor bacak. Halk tâbiriyle bir türlü ‘içine sinmiyor'; ‘tamam, bugün bize hesap soracak kuvvet kalmadı, at da bizim meydan da fakat günün birinde bu saçmalıkların hesabı sorulursa biz ne cevap veririz' vehmi içten içe kemiriyor bünyeyi.
Bu kadar çok, bu kadar uzun, bu kadar sık ve bu kadar uçuk konuşmaların sebebi de bu. Karşı sesleri sindirince beliren sessizlik de huzursuz ediyor; bir insanın söylediği şeyleri yine kendi sesi ve kelimeleriyle unutturmaya, bastırmaya çalışmasında ‘dramatik' diye nitelenebilecek bir hüzün var: ‘Yaptım ama, sorun bakalım niçin yaptım; kendi halime kalsam yapar mıydım. Bu paraleller var ya bu paraleller...'
Paralel kavramı, halkın yarısına kabul ettirildikten sonra misyonunu tamamladı; şimdi icat edenlerin aleyhine çalışıyor. Henüz cesaret edemiyorlar ama stand-up'çılara malzeme olacak kadar renkli ve sığ bir kavram. Her tekrarda hüznü ve ironiyi yoğunlaştırarak sahiplerini sakilleştiriyor.
Muhtarlar için seri paralel yapı konferanslarının ardındaki tedirginlik ne kadar belirgin. O tek kişilik güç gösterilerinin zımnında ortaya çıkan otorite değil, asla bastırılamayan bir vehmin huzursuzluğudur. Kendinden, yaptıklarından, eylem ve sözlerinden emin olanların kendini ifade ediş tarzı bu değildir; bu başka bir şey.
O vehim, o vehim... Kuzum, sahi siz buna yönetmek mi diyorsunuz?