Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Ömrün öyle bir devri var ki, o esnada bir fikre kendini adamak, fikir sancısı çekmek, bir fikrin mücadelesini vermek sıradışı bir meziyet olarak göze ve kulağa çok hoş görünüyor; bu gençlik zamanıdır.

Basit heyecanların, sıradan zevklerin, büyüklüğü her zaman su götürür menfaatlerin ve âlelâde kurnazlıkların yerine bir gencin, dünyayı fikir kriterine başvurarak tanımaya kalkışması gerçekten asâlete dair bir özellik olsa gerektir. İdealist insan için bir "olması gereken" dünya vardır, bir de "mâruz kalınan"; bir gencin kendini "olması gereken"e adamasında, kahramanlık çağlarına dair bir hassa görmek mümkündür.

Bir gencin idealizmi kadar ona saf, pürüzsüz ve doğru görünen başka ne olabilir ki? Lâkin o henüz gençtir; fikir mücâdelesi ile hakikat için mücadelenin birbirinden pekâlâ ayrılabildiği zamanları farketmeyebilir; putları kırma fikrini yüceltirken, o fikrin dahi günün birinde bir put haline geldiğini anlamayabilir; fikrin tek başına bir anlam ifade etmediğini, fikirler arasında mukayese yapabilecek duruma gelmedikçe, daha doğrusu her fikir faaliyetinin aslında "hakikat"e yönelmesi gerektiğini kavramadıkça bir fikrin bayraktarlığını yapmanın koca bir ömrü anlamlandırmaya yetmediğini bir gün görebilir.

Fikir mücadelesi yapmanın sadece fikrî hamûle sahibi olmakla aynı şey olmadığını anlamak, benim yaşımdakiler için hiç de sevimli bir tecrübe sayılmaz. Fikir hamûlesine sahip bulunmak elbette müsbet bir değer; menfaat veya yükselen değerler gibi baştan çıkarıcı etkilere kapılmayıp fikir için yaşamak elbette bir nevi kahramanlık; bizim neslin hikâyesi esasen bu iki rükün arasında tasvir edilebilir. Günün birinde fikirden, fikrî hamûleden, okuyup yazmaktan, bir ideal uğruna canını bile hiçe saymaktan daha önemli ve temelli bir vasfın gerekliliğini biz de her nesil gibi yaşayarak ve bedelini —bir ölçüde— ödeyerek öğrenebildik. Galiba her nesil, aynı yanılgı anaforlarına kapılmadan sırf kitâbî bir tarzda bu dersi bilhakkın öğrenemiyor. Bu ders nedir peki?

Kendimce doğru bulduğum cevabı vereceğim ama benden daha genç olanların, "A, biz zaten bunu biliyorduk" diyeceklerini biliyorum, olsun. Dünya hayâtında bir "şey", bir fikrin veya dâvânın mücâhidi, taraftarı olmadan evvel sahip olmak gereken temel vasıf "adam olmak"tır elbette. İnsanı hiçbir ekstra vasfa sahip olmadığı halde bile güzelleştiren, kahramanlaştıran, omurgasını dik tutan, ardında temiz ve dosdoğru bir iz bırakmasına vesîle teşkil eden şeydir adam olmak. Partizan olmayabilirsiniz, dâvâ adamı, mücâhid, serdengeçti, ilim sahibi, sanatkâr, zengin, güçlü, unvân sahibi, yakışıklı, etkili, güzel, sözü geçer, şöhretli olmayabilirsiniz ama eğer "adam" iseniz kâfidir. Bir ömrü gözünüzü bile kırpmadan uğruna fedâ edebileceğiniz bir değerdir adam olmak. Adam olmak kısaca, hiçbir dünyâ nîmet ve şöhretinin kâr etmediği günde(*) "kalb—i selîm" ile Hakk'ın huzûruna çıkabilmektir. Kalb—i selîm sahibi olmak evvelâ Hakk'ın övdüğü fiilleri benimseyip yaşamak, yerdiklerinden uzak kalmakla mümkündür. "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" emriyle mukayyet bir haldir; "had"lere tâbi olmak, kimsenin hakkına tecâvüz etmemek, yalan, dedikodu ve haksız isnaddan kaçınmak, vâriyetin (sadece maddi servetin değil ama) zekâtını vermek, iyiliği "Rızâ" için yapmak ve neticede mutlak mânâda erişemeyeceğini bile bile daima "hakikat"e vâsıl olmak için didinip durmaktır ki bu vasıflara yerli kültürümüzde kısaca "adam olmak" derler; aynı kavramı "şahsiyet" veya "recüliyet" tâbirleri ile karşılamak da mümkündür. İşte böyle bir "adam olmak", şahsî içtihâdınca bir fikir taşıdığı zaman bu fikir o adamın üstünde güzelleşir, ziynetlenir ve kıymeti artar. Hiçbir fikir (veya ideoloji, doktrin, dâvâ veya dünyâ görüşü), altında şahsiyetin som mâdenini barındırmayan bir vücuda iyi ve güzel vasıflar ilâve etmez; ne var ki kapanması mümkün olmayan şahsiyet zaaflarının bu türden libâslarla setredilmesi, sayılması bıkkınlık verecek derecede fazla örneklendirilebilen garipliklerdendir.

Bu gibilerin diline pelesenk ettiği, "nâmus, vatan, hak, erdem, büyük ufuklar, güçlü Türkiye, hakça dağıtım, tüyü bitmedik yetim hakkı vs." gibi kavramların anlamı maalesef kısa zamanda, o şahsın değil maalesef o kavramların aleyhine çürümeye başlar ve uğruna ömür fedâ edebilecek yüksek kavramlar ve idealler, sırf fecî derecede istismar edildikleri için kimselerin kolay kolay ağzına almaya çekindiği alay ve demogoji tâbirleri haline geliverir (vatan, millet, sakarya örneğini hatırlar mısınız?). Diğer taraftan erbâb—ı şahsiyet olanların böyle yerlerde revâcı bulunmaz; onlar daima azınlıkta, münferid ve içine kapanık yaşamaya itilmişlerdir. Siyâsi hayatta erbâb—ı şahsiyet olanlar sevilmez, sevilse de yükselemez. Bürokraside, ilim dünyasında, iş hayatında erbâb—ı şahsiyetin tâlibi kıttır. Yıllanmış bir bürokratın ağzından duyduğum bir söz eminim sizi de dehşete düşürecektir, "Buralarda hiç kimse, yanında küçük veya büyük kabahat işlemeyeceği kişileri ayak altında görmek istemez!"

Büyük bir buhrandan geçiyoruz, doğru ama bu buhranın yegâne müsebbibi A kurumu, B partisi, C şahsı değil; bu buhran aslında bir şahsiyet buhrânıdır ve bizim başımıza gelen belki de "neye lâyık iseniz, ona göre idâre olunursunuz" nüktesinin icâbından ibârettir; yıllardan beri asla kusur işlemeyeceğine, yaptığı her işte, aldığı her kararda bir hikmet bulunduğuna inandığımız kişilere beslediğimiz kör itimattır; adam gibi adamların etkili mevkilere geçebilmesini neredeyse imkânsızlaştıran bir düzeni, güvenimizle destekleyerek ayakta tutmaktır. Belki de biz sistemlerden, düzenlerden, fikir ekollerinden, siyâsi içtihadlardan daha ziyade ve daha evvel şu "adam" dediğimiz stereotipe muhtâcız.

Herkesin yıllardan beri bildiği, tekrarından bıkkınlık getirdiği şeyler bunlar; "ben sana vâli olamazsın demedim, adam olamazsın dedim" hikâyesini bilmeyen var mı? Böyle bir konuda yazmanın, klişeleşmiş vaazları dinletmek kabilinden sevimsiz bir tarafı da yok değil ama nasıl oluyorsa oluyor ve çoğunluğun sahip çıktığı ve benimsediği vasıflara sahip insanları, yükselme basamaklarının ilk adımlarından yukarı çıkarmaya muvaffak olamıyoruz; kimi zaman siyâsî icaplar, kimi zaman, "dere geçerken at değiştirilmez, henüz zamanı değil, fitneye sebep olur" cinsinden avunmalarla "adam"a ne yatırım yapabiliyor, ne de onu olması gerektiği yerlere kadar omuzlayabiliyoruz. Buna mukabil, bu memlekette hâlâ köküne kıran girmediğine inandığım o sahici "adam"lar, adam olmalarının muktezâsınca kendileri için birşey istiyor durumuna düşmekten haklı olarak içtinâb ediyorlar.

"Adam" yerine koyduğumuz nice şöhretin dökülmüş nikelajının altında sırıtan mâdene dikkat edin bir; insânî vasıflarını elekten geçirin; onlardan birini şöhretlerinden ve resmî vasıflarından soyunmuş halde sokakta, bakkalda tasavvur edin, belki de niçin ümitsizce "mâlumu ilâm" etmeye kalkıştığımı anlayabileceksiniz. Ve bir şey daha: "ne aradığını bilmeyen ne bulduğunu da bilemez" sözü doğruysa, aslında tâlip olmadığımız vasıfları başkalarında aramanın imkânsızlığını bir kenara not etmeli!

Buhrânın öteki isimlerini siz bulunuz; "kaht—ı ricâl" içindeyiz; gövdesiz elbiseler, başsız serpuşlar yönlendiriyor bizi.

(*) Beytin aslını defterimde bulamadım. Sevgili İskender Pala dostumun zarîf i'tâbına uğramak bir yana sizlere yanlış yazılışını dikte etmemek için beytin nesir haline getirdiğim halini sunmak istiyorum, "Ey sofu, sanma ki senden günün birinde altın, gümüş, dünyâ nîmeti cinsinden şeyler isteyeceklerdir. Bu gibi şeylerin kâr etmediği, işe yaramadığı günde (yevm—i lâ yenfeu) senden kalb—i selîm sorarlar; öyleyse yaşarken o nîmete ulaşmaya bak."