Dünyanın en güzel köyü!
Ahmet Kutsi Tecer'in, “Orda bir köy var uzakta/ O köy bizim köyümüzdür/ Gezmesek de tozmasak da/ O köy bizim köyümüzdür” şiirinin kasdettiği mânâyı şimdiki kuşaklar pek bilmez.
Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında yönetici kadro, bir harâbezâr görüntüsündeki Anadolu köylerine aydınların dikkatini çekmek ve kalkınmayı köyden başlatmak maksadıyla idealist bir hedefe yönelmişti. Ne var ki maddi unsurlar bakımından milli sermayemiz bir kalkınma hareketi için pek yetersizdi. Yetersizlikler, evet vardı ama halkçılık programının yoğun idealizmi ile aşılabilirdi. Köy enstitülerini o iyiniyetli çabaların en ciddi projesi olarak değerlendirebiliriz. Bu proje başarılı olmadı ve sebepleri uzundur. Sonuçta Anadolu köyleri, uzaktan uzağa romantizme konu olmakla beraber değişim rüzgârını ancak ellili yıllardan itibaren başlayan köyden şehire göçle yakalayabildi.
Köy idealizminin Cumhuriyet aydınları üzerindeki en anlamlı tepkisi Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun ‘Yaban' romanıdır. 1932'de kaleme alınan bu roman büyük bir hayal kırıklığını aksettirir. Yokluğun kanattığı ruhlar, başkentten köye gelen aydınların idealizmiyle kanatlanacak gibi görünmemiştir yazara. Âdeta şöyle der yazar: ‘Evet orda bir köy var ama, derûnunu ne siz sorun, ne ben söyleyim!'
YEDİ TEKKE GEZERKEN...
Ben köyde doğup büyümedimse de Yakup Kadri'nin tasvir ettiği o köylerden bir kaçını, üstelik 1932 şartlarını hâlâ üzerinde taşıyorken görmek fırsatım oldu. Rahmetli annem ve halamın, henüz dört yaşındayken tutulduğum kekemelik rahatsızlığına şifa olur maksadıyla beni ‘Yedi tekke gezdirme' programı esnasında, aynen 930'lu yıllarda olduğu gibi köhne bir at arabasıyla gittiğimiz merkez köylerinden biriydi bu. Dekor perişandı; düz damlı toprak evlerin arasındaki daracık geçitlerde pis sularda sinekler uçuşuyor, insanlarla hayvanlar neredeyse aynı mekânlarda barınıyordu. Yoksulluk, daha doğrusu başka türlü bir hayatla kıyaslanmadığı için farkedilmeyen bir yoksulluk vardı.
Bizim nesil, gittiği her köyde aynısıyla karşılaştığı bu manzarayı, coğrafyanın ve beşeri dokunun tabii bir sonucu gibi görüp kabullenmişti. Köy mihnet ve yokluk yeriydi ve insanlar orada ancak asgari şartlarda bir hayat standardına rıza göstererek barınabiliyorlardı.
ORDA BİR KÖY VAR UZAKTA: POÇİTEL KÖYÜ!
Yıllar sonra bir Bosna seyahatinde yolumuz Saraybosna'nın güneyindeki Poçitel köyüne düştü. Bosna, artık Türk turistleri için ulaşımı kolay bir yer hale geldiği için görenleriniz çoktur.
Bu köyde beni büyüleyen şey köyün tamamen taştan inşa edilmiş olmasaydı. Kalesi, şirin camisi neyse de, evlerin, çatıların ve sokak döşemelerinin aynı cins taşla biçimlendirildiğini görünce ister istemez zihnimde bir karşılaştırmaya yöneldim. Belli ki Poçitel, taş yataklarına hayli yakın bir köydü ve köyü baştan sona taşla inşa ederek hem kendilerine sağlam ve estetik bir yerleşim yeri hem de bütün dünyanın ilgisini celbeden bir turistik vaha haline getirenler taş temininde sıkıntıyla karşılaşmamışlardı.
Peki, bizim köylerimiz niçin hep toprak kerpiçten yükseltilip üzerine sekiz on uzun ağaç konularak toprak damla kapatılmıştı ki? Taşsızlıktan olabilir miydi? Bu ihtimâl pek inandırıcı görünmüyor çünkü yöre itibariyle zengin taş yataklarına sahip olan köylerde de taş ev mimarisinden pek eser görünmez hâlâ. Hayat standartlarının biraz yükselmesiyle kerpiçten kurtulan köylümüz, önce briketin, ardından delikli tuğlayla yükselmiş duvarları kaplayan çinko çatıların kolaycılığıyla inşâ olundu.
Taşla ev kurmanın daha büyük dülgerlik hüneri gerektirdiği açıktır fakat kapıtılamaz bir eksiklik değildir bu. Peki zaman unsuru? Zaman, hububat zıraatıyla geçinen Anadolu köylerinde hiç de eksikliği hissedilen bir boyut sayılmaz. Tarla işleri, eski tarım hayatımda en fazla 1-1 buçuk ay kadar sürer.
Peki nedir yoksul Anadolu'nun gariban köylerindeki ilk depremde toprak yığını haline gelen, dayanıksız kerpiç mimarisinin sebebi? Taş mevcut, işçilik pekâlâ temin edilip öğrenilebilir, üstelik taş işçiliği meslek olarak rençberlikten daha çok kazanç getiren bir meslektir. Zaman dersen mebzul...
DİN FARKI, MİMARLIĞI ETKİLEYİBİLİR Mİ?
Halbuki Ege civarında, özellikle Rumlardan kalan köylerde taştan mâmul köy evlerinin ne kadar güzel olduğunu haylidir farketmiş bulunuyoruz. Zenginlerimiz bu köylerden birer ev satın alıp üstelik ilgili kurulların izniyle restorasyon projelerine hayli para ödemeyi göze alıyorlar. Şehir ve kasabalardaki Rum ve Ermeni evleri de bugün varlığıyla övündüğümüz bir tarih ve mimarlık mirasıdır.
Bu evler, civardaki Müslüman köyleri için niçin örneklik teşkil edemedi acaba?
Yüksek sesle düşünelim, istisnalar dışında Türk -Müslüman köyleri niçin eski Hristiyan tebânın köylerine göre daha neş'esiz, daha donuk, daha kolaya ve ucuza getirilmiş ve az özenilmiş ve -nihayet söylemeye mecbur olabiliriz- niçin daha çirkin görünmektedir?
Aradaki din farkını önemsemeyebiliriz; coğrafya aynıdır, mutfağımız aynı, gelenekler üç aşağı-beş yukarı birbirine benzer fakat hanelerimiz niçin bu kadar farklıdır; hatta dışardan bakışla ânında ayırdedilecek kadar farklı...
Yoksulluk! Evet, bu açıklayıcı bir sebep olabilir fakat bir noktada yetersiz kalır. Kerpiçlik toprağa ve işlenebilir taşa erişmenin eşit derecede mümkün (ve elbette bedava) olduğu yerlerde niçin evlerimize özenmek aklımıza gelmemiştir?
Birkaç kağnı yassı taşla evlerin önünü taşla kaplamak pekâlâ mümkün olduğu halde köy içi yollarımız yazın çamurdan ve tozdan geçilmez; evlerin hayat kısmı nisbeten temiz ve bakımlı iken sokaklarımız niçin hep kirli ve perişandır?
Temizlik bahsine gelince Müslümanların ne kadar temizliğe tutkun olduğu efsânesini de yazalım bir kenara bu arada...
Geçenlerde bir internet sitesinde ‘Dünyanın en güzel köyleri' adı altında, hani o bol tıklamalı bir albüm gördüm. Rica ederim, siz de böyle bir nazarla bir göz atın o fotoğraflara ve karşılaştırın lütfen. Herbiri fotoşopla yapılmışa benzeyen o güzel köylerin gerektirdiği emek ve maliyetle bizim köylerimize harcadığımız emek ve maliyet arasında bir uçurum var mı?
Bence yok; uçurum başka bir şeyde, başka bir boyutta.
Şimdi biraz da siz düşünün istedim. “İslâm medeniyeti” diye ortalığı birbirine katıyor olmamıza rağmen etrafımızı, sokağımızı, evimizi, bahçemizi güzelleştirmekte niçin başarılı değiliz?