Devlet: Ne onunla, ne onsuz!
Bilindiği kadarıyla dünyamız, koca kâinatta yapayalnız. Benzerine henüz rastlanılmadı. Başka bir gezegende bizimkine benzer bir dünya aramak çabaları hep boşa çıkıyor. Oysaki kâinat, havsalamızın alamayacağı kadar büyük ve kalabalık. Sayıya gelmez galaksiler, yıldızlar, gezegenler, nebulalarla tıklım tıklım iken biz insanlar dünyamızda yapayalnız yaşıyoruz.
Çocuk tabiriyle sağımız solumuz sobe! Kimseler yok etrafta...
Ürkütücü bir yalnızlık. Kocaman teleskoplar, yüksek dağların ucunda uzaydan gelebilecek bir anlamlı radyo sinyali almak için 24 saat çalışıyor; ne bir ses ne bir nefes.
DÜNYANIN RAKI KADAR KIYMETİ YOK MU?
Daha önce yazmış olabilirim; bir yerli filmde (Fırtına, 1977) tekne gezintisine çıkan zibidi ve züppe kılıklı gençler, galiba motor arızası yüzünden bir adaya çıkıyorlar ve teknedeki yiyecek içeceği kumsala taşıyıp eğlenceye devam ediyorlar. Eğlencenin ortasında esas oğlan (muhtemelen Kadir abi) arkadaşlarını ikaz etmek ihtiyacını duyuyor,
-Arkadaşlar rakımız azalıyor, idareli içelim!
Koca kâinatta, bir toz zerresi kadar yer tutan dünya, içinde yaşâyan bizler için o adaya ne kadar benziyor.
Aramızda zaman zaman,
-Dünyayı idareli kullanalım arkadaşlar, böyle giderse tükenecek, diyenler çıkmıyor değil. Çevreci arkadaşlar neredeyse yarım asırdan beri her fırsatta bu ikazı hatırlatarak bizi korkutuyor ve iştahımızı kaçırıyorlar ama haklılar tabii. Ne kadar idareli içilirse içilsin, lâylâylomcu gençlerin rakı stoku mutlaka biteceği gibi soluduğumuz hava, içtiğimiz su, tükettiğimiz tarım ürünleri de pek uzak olmayan bir gelecekte sıfırı tüketecek. Uzaya yönelen teleskoplar henüz bizimkine benzer bir hayat belirtisi bulamadı ama jeolojik ve iklim şartlarından ötürü ‘pili bitmiş' çok gezegen tesbit edebildiler.
Bunu biliyoruz da, yine de bilmiyor gibi davranıyoruz.
İNSANLIK NİÇİN DAHA İYİYE DOĞRU GİTMİYOR?
Sadece hava, su, zıraî ürünler değil mesele. Geriye doğru şöyle böyle 10 bin senelik tarihi, kaba hatlarıyla bilebiliyoruz. Kaba hesap bu 10 bin yılda insanların ve insanlığın daha iyiye gittiğini gösteren küçük bir parantez açmak bile mümkün olmuyor. İnsanlar birbirini öldürmek, malına, toprağına, servetine el koymak için fırsat kolluyor; çıkarlarını korumak için tek ayak üstüne kırk iki yalan birden söylüyor vs.
İlerleme adını verdiğimiz şey, alet ve eşyaya şekil vermek hünerinde var sadece; erdemlerde ilerleme yok.
DEVLETİN LÜZUMSUZLUĞU VE GEREKLİLİĞİ
Ölçek ‘insanlar'dan ibaret olsa bir nebze ‘idareli' olunabilir fakat insanlar yerine ‘devlet' kavramını koyunca hikâyenin boyutları tamamen değişiyor. İnsanların tek başına işlediği suçları ayıplayan, ahlakî baskı altında tutan ve cezalandırmaya çalışan müşterek vicdan (öyle bir şey vardı galiba!), aynı fiiller devletler tarafından işlendiğinde eski değer yargılarını unutup eylemi destekleyiveriyor.
Meselâ komşusunun tarlasına ineğini sokup otlatan birinin yaptığı eylem dünyanın her yerinde ayıptır, kınanır ve en azından ceza görmesi beklenir; ne var ki bir devlet silahlı ordusunu komşu ülke topraklarına gönderip işgal ettiğinde anlam hemen değişiyor. Saldırgan ülkenin yurttaşları bu eylemi, ‘zafer' diye alkışlıyor ve işgal eylemine katılan gençleri kahraman olarak görüyorlar. Komşu ülkeden zorla alınan mal (veya insan, fark etmez!) ganimet, kılıç hakkı haline geliyor. Eylemin adı ise fetih veya daha ikiyüzlü bir söyleyişle ‘demokrasi ve barış operasyonu!' oluveriyor duruma göre.
Nedense bir devletin katıldığı bütün savaşların ‘haklı ve meşru' bir sebebi vardır ve bu sebeplerin ne kadar haklı ve meşru olursa olsun, o savaşta ölen insanlara ve geride bıraktığı acılara faydası yoktur.
DEVLET SİLAH KULLANMALI MI?
Ara başlığı okuyunca eminim bir tuhaf olacak, ‘Ne diyor bu adam yahu?' diye düşüneceksiniz fakat herşey bir boyut, ölçek meselesi...
Ölçek büyüyünce ahlâk normları değişiyor, deforme oluyor. O yüzden devletler, halktan zorla topladıkları paraların (yani vergilerin) çok büyük bir kısmını silah tüccarlarına verip daha yeni, daha öldürücü, çok daha yıkıcı silahlar satın alıyor ve bu muazzam paraları kendi halklarına ‘milli savunma harcaması' diye takdim ediyorlar. ‘Milli' kelimesi burada anahtar kavramdır ve hangi kelimenin önüne gelirse ona dokunulmazlık, haklılık kazandırır.
Meselâ ‘Bu kadar silaha bu kadar para verilir mi, israf değil mi; bu parayla kaç hastane açılır, kaç dönüm tarım arazisi ıslah edilirdi?' diye itiraza yeltenenleri ikna etmek için devletler tarih boyunca etkili nutuklar geliştirmişlerdir. Bunlardan ilki şudur:
-Ama komşumuz bundan daha fazlasını aldı; biz almazsak onlar gelip hepimizi keserlerse ne olacak?
İkinci ikna nutku şöyledir: “Bu silahları kimseyi korkutmak, ülkesini işgal etmek için almıyoruz. Milli savunma için gerekli. Bak, zaten her ülkenin ordusu ve silahı var, öyleyse almak zorundayız ve alacağız!
Üçüncü ve ikna edici yol,
-Bu düzen böyle gelmiş böyle gider ve bu düzeni sen değişterecek değilsin. Milli orduya ve savunmaya karşı çıkmak vatana ihanettir!
Kabul edelim ki insan topluluklarının tarih boyunca en çabuk ikna oldukları silahlanma gerekçeleri bunlardır çünkü devletler, tıpkı insanlar gibidir; fırsat bulunca birbirlerini mahvedip esir almayı ve köleleştirmeyi severler ve doğrudur, eğer yeterince silahlanıp savunmayı güçlendirmemiş iseniz başınız belâdadır.
Devletler dünyanın en büyük silah üreticisi, tüketicisi ve kullanıcısıdır. Devlet adına öldürülen insanların çetelesi tutulmuş olsaydı, hiçbir seri katil bu skoru yakalayamazdı!
ÇIKMAZLA İMTİHANIMIZ
Bu bir çıkmaz; insanlığın en büyük açmazı. Dünya kaynaklarının âdilâne dağıtılmasını ve vahşice tüketilmesini de işte bu çıkmaz engelliyor.
İnsanlar sadece silâhlanmanın kaçınılmaz tek çare olduğuna inanmakla yetinmezler, devlet adına o silahları kullanan biri olmaktan yüksünmezler. Uzaydan bakınca gereksiz, hatta insanlığa zararlı gibi görünen eylemler, devlet ve yurt boyutuna indirgendiğinde uğruna can feda edilecek yüce birer amaç şekline bürünür.
KAHRAMANLIK VE SUÇLULUK ARASINDAKİ İNCE SINIR
Tutarsızlık çok fakat fark etmek için ‘duruş yeri'ni değiştirip olaylara biraz daha sade ve telâşsız bakmak gerekiyor. Meselâ devletler silahlı güç bulundurabilir, silah satın alabilir ve ordularıyla gerektiğinde ‘düşmanlar'a karşı savaşıp onların ölümüne sebep olabilirler ve bu ‘iyi' bir şeydir. Savaşta, başka ülkenin askerini öldüren birisi, barış zamanında aynı eylemi tek başına yapmaya kalkışınca cinayetten tutuklanır ve cezalandırılır. Öyleyse öldürmek, gaspetmek veya zor kullanmak çift anlamlıdır. Devlet gözetimi ve izni altında yapılan bu eylemler iyidir, faydalıdır, kahramanlıktır fakat kişi kendi başına yaparsa, cinayettir, zorbalıktır, haydutluktur.
Bitmedi, insanların kendi elleriyle veya ortak rızalarıyla icat ettikleri ‘devlet', halkın parasıyla satın aldığı silahları sadece ‘dış düşmanlar'a karşı kullanmaz, gerek gördüğünde kendi yurttaşlarını hizaya getirmek için de kullanır ve bu iş ve amaç için yine kendi yurttaşlarından görevlendirdiği kişileri kullanır. Buna da ‘kamu düzeni' adı verilir.
Ne yazık ki insanlık tarihi, bilinen bin yıllar boyunca ‘devlet'in yerine koyabileceği daha şefkatli, daha ahlâkî ve tutarlı davranan, daha az zararlı bir kurum ortaya koyamadı. Devlet hem bir cebir, yani zorlayıcı güç, hem de kaçınılmaz bir çaredir. Çaresizliğin sevk ettiği bir ‘çâre'.
Peki hem adil ve müşfik, hem de güçlü bir devlet olamaz mı?
Tarih böylesini henüz kaydetmedi. Devlet, insanlığın kapanı. Ne onunla rahat bulunabiliyor, ne de onsuz!