Çok kısa dünya tarihi!
Gazeteyi karıştırırken bir kitap reklâmı gördüm: Kısa Dünya Tarihi! Muhteviyatını bilmiyorum. Yazarı konuya hangi açıdan bakmıştır fikrim yok. Bir anlığına ‘Kitabı ben yazmak zorunda kalsaydım neyi anlatırdım; hangi hadiselere önem verir, neleri seçerdim' fikri geçti kafamdan.
Tarih deyince herkesin aklına büyük olaylar gelir; iz bırakmış, önemli tesirlere yol açmış savaşlar. Onbinlerce insanın, çok büyük bir ihtimâlle mahiyetini bile bilmedikleri gerekçelerle katılmak zorunda kaldığı kanlı çatışmalar... Sonra saltanat kurmuş hanedanlar... Cihangirler... Ülkeler fetheden, topraklarını genişleten muzaffer kumandanlar ve bu hikâyelerin yanında çerez kabilinden onların yendiği kişiler veya mağlubiyete uğramış ülkeler... Belki biraz da devrimlerden bahseder bu kitap. Sonra büyük kâşifler, mucitler, çığır açmış bilim adamları...
Neticede şu düşüncede karar kıldım: Kısa Dünya Tarihi adını taşıyan bir kitabın sadece bir anlamlı konusu olabilir: Yeryüzündeki insanın garip ve hüzünlü hikâyesi.
Bu hikâye güzel değildir. Kıyametin son anını görme şansına sahip ‘son insan'ı düşünün ve farzedin ki bu adam, ta jeolojik devirlerden başlamak üzere kıyâmet gününe kadar insanlığın başından geçen bütün önemli-önemsiz olayların bilgisine ve görgüsüne sahip. Bize herhalde son cümle olarak şöyle bir şey söyleyecekti:
-Lâ rahâte fi'd-dünya ve lâ necâte min'el-mevt!
‘Dünyada rahat yoktur ve ölümden de kimse kurtulamaz!'
Tek insanın hayatını olduğu gibi toplumların da hayatını ölüm sınırlandırıyor; halk tâbiriyle insanın tabii sebeplerle ‘vâdesi gelerek' ölmesi bile başlı başına dramatik bir finâldir. İçimizde muhtelif büyüklüklerde yaşayan ölmemek, hep yaşamak içgüdüsü bize ölümü sevimsizleştirmiştir. Faydası olmadığını bile bile kendi ölümümüzü çok uzak bir ihtimâl, çok sonraları gerçekleşecek kötü bir âkıbet gibi düşünür, ânın tadını çıkarmaya bakarız.
Hayatın en büyük dramı ölümden ibaret değil ama. Sevenler, sevip de kavuşamamak derdiyle kendilerini helâk ederler. Yaşlılık, zaman tesiriyle yıpranmak, hastalanmak, elden-ayaktan düşmek de tabii ihtimâller arasındadır. Siz buna çoluk-çocuk endişesini, geçim derdini ilave edin. Bu çerçevede rahatlık, saadet ve huzur pek istisnâi ve kısa hayat parçalarından ibaret kalıyor.
Ait olduğu toplumun bir parçası, sosyal bir varlık olarak ‘insan'ın son nefesinde övünebileceği, ‘iyi ki bunları yaşadım' diyebileceği pek az şey var. Dünya tarihi hemen hemen bütün toplumların başından geçmiş kötü hâtıralarla dolu: Kıtlık, katliam, kitle sürgünleri, adaletsizlik, eşitsizlik, hakaret, kölelik… Siz bunlara çerçeve olmak üzere siyasi rezaletleri de ekleyebilirsiniz.
Kendi başına azlığın çokluğu yönetmesi başlı başına faciadır fakat biz insanlar bu fecî durumu son derece tabii karşılamak konusunda eğitim görmüşüzdür: ‘Elbette azlık çokluğu yönetecektir ve bir başka ihtimâl zaten düşünülemez; herkes başına buyruk olursa toplum hayatında düzen olmaz, anarşi başlar ve insan insanın kurdu haline gelir. Öyleyse huzur ve istikrar için insanlar kendilerini ve hayatlarını yönetme hakkını bile-isteye daha büyük, ortaklaşa ve âdil bir otoriteye devretmelidir!'
Felsefi anarşist değilim fakat felsefî anarşistlere hep sempati duymuşumdur çünkü onlar insanlığın tek cümleye sığabilecek kadar kısa hikâyesi hakkında en azından esaslı bir fikir geliştirebilmişlerdir; onlar kendilerini yönetme hakkını kimselere vermek yanlısı değildir ve kendilerini bu konuda yeterli görecek derecede özgüven geliştirmişlerdir. Buna mukabil insanların ekserisi, az sayıda birilerinin yönetmesini, çokluğun da ona itaat içinde yönetilmesini tabii bulurlar. Bu tabiilik siyaset adına işlenen bütün cürümleri hoşgörme, hatta normalleştirme afyonunu da içinde taşır. Koca koca siyaset filozofları âdil bir yönetimin olabilirliği hakkında çok akıllı şeyler yazıp çizmişlerdir. Ayrıca filozoflar ve âkil kişiler toplumların birbiriyle savaşıp durmasını da kınamışlardır. Bu aptalca bir şeydir.
Tek kişinin bir başka kişiyi öldürme, yaralama, kötülükte bulunma hakkı olmadığı gibi toplumların da birbirini mahvetmek için büyük organizasyonlar kurup insanlara asker kimliği verip ellerine ölümcül silahlar tutuşturmasını mânâsız bulurlar. Gelgelelim teoride son derece mâkul görünen bu kabuller, kriz anlarında hemen unutuluverir. Silahlanmanın en mâsum gerekçesi şudur: “Eli silahlı kötü insanlara ve düşman topluluklara karşı kolay bir av teşkil etmemek için toplum olarak silahlanmamız şarttır; hatta söz konusu vatan savunması ise kadın-erkek, genç yaşlı demeden herkesin ordusuna destek vermesi lâzımdır.”
Bu son derece makul cümlede altı çizilmesi gereken yer, “Av” kelimesidir. İnsanlar sadece yenilebilecek hayvanları avlamazlar, fırsat düştüğünde başka toplumların gözünü şiddetle yıldırarak onları köleleştirmeyi çok tabii sayarlar. Av ve kölelik figürü tarih içinde değişmemiş, isim ve tarz değiştirmiştir. Dünün köleliğine bakıp ‘Aa ne kadar ayıp ve gayrıinsâni bir şey; atalarımız bunu bilmiyorlar mıydı?' diye dudak bükenler, işverenin insafına kalmış, yevmiyeyle geçinen niteliksiz insanların aslında ayaklarında pranga olmayan bir köle olabileceğine inanmayı kendilerine yediremezler.
İnsan toplulukları tarihin her döneminde silah üreticilerine hem sövmüş, hem de aç kalmak pahasına bu firmalara büyük meblağlar ödemişlerdir. Düşmanın elindeki silah tehdid unsurudur, sizin elinizdeki son derece hayatî bir meşru müdafaa aracı. İşte burada insan cinsinin en tehlikeli icadlarından biri olan ‘ideoloji' devreye girer. Kısaca ifade edebiliriz ki ideolojilerin çoğu, insanoğlunun başına gelen kötü şeyleri tabii ve normal karşılaması için icad edilmiş ağrı kesicilerdir. “İşçiler adına, toplum adına, din adına, millet adına, hür teşebbüs adına, halkların kardeşliği ve barışı adına” gibi sevimli, mâsum ve tatlı takdimlere söze başlayan ideolojiler son kısımda sizlerden ‘icabında ölmek ve öldürmek' için daima hazır bulunmanızı taleb edeceklerdir.
İnsan, ömrünün çoğunu asılsız korku ve endişelerle geçiren mutsuz bir yaratıktır; bilinen tarihin hiçbir kesitinde mutlu olmadı; ideolojiler aksini söylese de bundan sonra olacağı yok. Cinsimizin ortaya koyduğu bütün güzellikler sanatlar, ilimler, ziraat, tıp, teknoloji vs. bizi mutlu etmiyor çünkü biz güzellik peşinde koşarken onu etkisiz hale getirecek kötülükleri de üretmeyi başarıyoruz.
İnsanlar çoğunluğu itibariyle kendilerini üstün cins görürler ve bu kabulden hareketle çevrelerindeki canlı-cansız bütün varlıklara karşı zalimce davranır, hemen ardından günah çıkarmak istercesine ruhlarındaki vahşi yarayı çevrecilik, hayvan hakları, estetizm, küresel yardımlaşma fonları gibi pansumanlarla kapatmaya çalışırlar.
İnsanlar birbirinden korkan mahlûklardır; ömürlerini, delice bir gayretle birbirlerine karşı emniyet arayışıyla tüketir ve asla kendilerini güvende hissetmezler.
Tarih içinde insan neslinin sicili bozuk, sabıka dosyası korkunç denecek ölçüde kabarıktır ve insanlık adına ‘Kısa Dünya Tarihi'ne yazılacak iyi bir cümleyi bir araya getirmek neredeyse imkânsızdır.