Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Lausanne'dan sonra coğrafya ufkumuz Anadolu yarımadasının dört ucuna çivileniberi bize dair herşeyi "Anadolu" has ismiyle remzetmek âdet oldu.

Tabii anakarayı ucundan ikiye bölen Marmara sularının öte yakasındaki Trakya, bu çerçevenin dışında değildir; Rumeli yadigârıdır. Bundan bir asır öncesine kadar Rumeli'nin Osmanlı coğrafyası için Anadolu'dan daha mühim bir vatan toprağı olduğunu anlamak, biz Cumhuriyet çocukları için tasavvuru kolay bir hakikat değildir; XIX. yüzyılda yaşamış büyük dedelerimizin jeostratejik endişeleri Tuna kıyılarından başlıyor, Basra körfezinden Süveyş kanalına, Girit'ten Arnavutluk'a kadar uzanıyordu. Oysa ki biz, kuşaklar boyunca Anadolu üzerine kıvrılarak büyümüş, onun şiirlerini ve türkülerini okuyarak vatan fikrini kuvveden fiile geçirmiş ve ona âşık olmayı "vatanî ibâdet" saymış bir nesliz.

"Anadolu" isminin nereden geldiğini izaha yeltenen efsaneler ne anlatırsa anlatsın, bu isim "ismiyle müsemmâ" bir hakikatı hatırlatır; bu coğrafyanın içini doldurabilecek en mânidar kavram "ana"dır ve Anadolu'yu başka hiçbir şey "ana" gibi tasvir ve târif edemez. "Anadolu erkeği"ne ne olmuş ki, diye sual olunursa söylenmelidir ki o dahi bir "ana kuzusu"dur.

"Anneler" değil, "Analar" günü

Yarın "Anneler günü"; gençliğimizde 365 gün içinden cımbızla ayıklanarak belli bir maksada ve mânâya atfedilen özel günleri hep aynı küçümseyici ifâde ile aşağılardık; hediyelik eşya sektörünü kışkırtmak için uydurulmuş, hissî bir piyasa taktiğinden başka birşey değildi bunlar; biz annelerimizi sevmiyor muyduk; analarımız başımızın tacı değil miydi? Bizim için "ana", zamanın her ânını sevgi ve şefkatiyle kaplayan bir süreklilik değil miydi? Bugünden bakınca bile şu protesto edebiyatının kışkırtıcılık gücünü inkâr edemiyorum. Ne var ki çoğumuz için ana, gerçekten kesintisiz bir süreklilik ifâde eden ve dâr—ı dünyâda sahip olabildiği herşeyi karşılıksız bir muhabbet ve bağlılıkla kucaklayan ama daima onların arkaplanında vakur ve sabırlı bir edâ ile gözlerden nihân kalarak durmayı bilen "anlaşılamaz" bir mahlûktu. Doğrusu biz erkekler için analarımızın anlayabildiğimiz kısmı, künhüne nüfuz edemediğimiz asıl kısma nisbetle utanılacak derecede cüz'i bir miktardır. Belki de insan ilişkilerini genellikle illiyet ve menfaat kıstaslarına vurarak değerlendirmeye alıştığımız için analarımızı, başrolünü bizzat oynadığımız tek kişilik ve tek perdelik bir oyunda silik bir dekor unsuru olarak görmenin ötesine gidemedik. Onlar hep vardı ve zâten hep orda dururlardı; bizim hayatımız sadece bize aitti. Bilemezdik ki bir ana, kendininkinden başka hemen herkesin hayatını anlaşılamaz bir sahibiyet ve esirgeyicilik hissiyle temellük eden ve "içeren" bir zenginlik hassasıyla hepimizin hayatını bölüşür; ızdırap ve sıkıntılarımızı can havliyle atılarak paylaşır, saadetimizden onlara düşen ise çoğu kere zekât nisâbı kadardır.

Bir ana, bir kadından fazla birşeydir

Analığı çocuk doğurmak vâkıasına bağlamak insafsızlık; bütün kız çocukları analarından "ana" olarak doğuyorlar. Evlât doğurmak kabiliyeti hilkat tarafından esirgenmiş veya dünya evine girmeden yaşlanmış her hanım, doğurganlık ve evlilik şartından bağımsız bir tarifle fıtraten "ana"dır; kadın rûhunun görülebilir, nüfuz edilebilir ve anlaşılabilir kısmının ardında duran o derin ve zengin ruh labirentlerinde, kadının "ana" vasfını inşâ eden esrarlı kimyâ terkipleri cevelân eder. Bu hesaba nazaran bir ana, bir kadından daha fazla birşeydir. Fıtratı, yaşatmak ve esirgemek üzerine inşâ olunmuştur. Doğrusu bu hakikatte erkeğin payı hiç de öğülecek vasıfları işaret etmiyor; biz erkekler hiç şüphesiz kadınlarla eşit değiliz ve bana öyle geliyor ki kadın—erkek beraberliğinde erkeğe düşen, kadını "tamamlamak"tan ibaret gibidir. Bu hükmü iddialı bulanlar, —farz—ı muhâl— vasatî bir "ana" ile vasatî bir erkeğin ruhlarını zihnen değiştirmeyi deneyebilirler. Netice "hafazanallah"tır!

Turna ile Şahan

Her anneler gününde sevgili anamın aydınlık yüzünde, halamın ince derin güzelliğinden nümûneler görürüm. Bundan onbir sene önce 75 yaşında rahmete eriştiğinde, fizikî mânâda anne olmak zevkini asla tadamamış bulunuyordu ama yüreğinde bu ukdeyle gitmediğini biz evlâtları çok iyi biliyoruz; o benim annemdi; damarlarına hiç süt yürümemiş olsa bile benimle birlikte nice öz evlâdını gerçek bir ana şefkatiyle emzirdi. Onun büyüklüğünü en iyi ifâde eden sözü, ölümünden kısa bir süre —hep "dede" diye hitap ettiğimiz— eşinin ağzından duymuştum; sert görünen mizâcının ardında bir türlü gizleyemediği yufka yüreğinin vakitli—vakitsiz gözpınarlarını sele verdiği bu ümmî adam, bakışlarını gözlerimden kaçırıp pencereden çok uzaklara dikmiş ve titreyen bir sesle,

—Turna gittikten sonra şahan'a ne hâcet oğlum! demişti.

Bir evliliği, bir kadınla bir erkeğin beraberliğini "Turna ile Şahan" remizleriyle anlatmayı başarabilen şu "ümmî"liğin önünde, kelimeler bir yetimhane çocuğu kadar çâresiz kalıyor.

Yarın "anneler günü" değil sadece, "analar günü" ve analık sadece bir evlât doğurabilmekle tarif edilir nesnelerden değil!

Başka çaremiz yok; helâl edin!

Ey nohut oda—bakla sofa virâneleri mânâ ile doldurarak "yuva" eyleyen, ey cümle eksiklerimizi ikmâl eden, ey varlıklarıyla hayatı güzelleştiren, ey "analık" kimyâsıyla toplumlara omuz veren, ey acıyı bal, dikeni gül ve bizleri bir "hâl" eyleyenler; ne diyeyim? "Ellerinizden öpmek" nedir ki; bu borç neyle ödenir?

Bâri hakkınızı helâl eyleyin!