Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Osmanlı asırlarında İstanbul, ortalama on senede bir büyük yangın felaketlerine uğradığı halde uzviyetinden hiçbir şey kaybetmeden küllerinde "ba's-ü bade'l-mevt" sırrını bulan bir Sphinx gibi yeniden kendi uzviyetine dönmekte güçlük çekmezdi. Osmanlı gündelik hayatı her sarsıntıda kendi dengelerini yeniden tesis edecek derecede esaslı temeller üzerine inşa edilmişti. 1960'lı yılların tarihini taşıyan siyah-beyaz yerli filmlerin arka planında dikkatli nazarların derhal fark edeceği üzere İstanbul, hala nefes kesecek kadar güzel bir şehirdi. Gündelik hayatı uzun sarsıntılara mahal bırakmaksızın kendi ahengine davet eden esasların yüzyılımızın ortalarında bile mehabetini koruması çok dikkat çekici bir husustur ve Osmanlı vakıasını bir ucundan izah eder.

Yenikapı Mevlevihanesi'nin ismini duyardım da ondan zihnimde ancak kızıl bir kırbaç gibi şaklayan alevlerin arasında kavrulan iskeletinin perişan görüntüleri kaldı. Abdülhamid devri ricalinden meşhur sadrazam Halil Rıfat Paşa, "Gidemediğin yer senin değildir." dermiş. Benim açımdan Yenikapı Mevlevihanesi'ni hiç görmemiş olmak, bir bakıma onun uğursuz bir yangında kül olup savruluşunu da hafifletiyor gibi.

Yandı mı yakıldı mı; bade harab'ül-Basra! Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün binayı bir nevi tarihi eser ambarı gibi kullanıyor olması, yanmadan önce sanki birtakım eşyanın yer değiştirdiğini ima ediyor gibi görünüyorsa da "şekk ile yakin hasıl olmaz" ölçüsü bize Mecelle'den yadigardır; bilmediğimiz şey hakkında hüküm yürütmek yakışık almaz.

Yenikapı Mevlevihanesi yandı diye üzülmüyorum; içindeki teberrükat eşyası kül olup savruldu diye de esef etmiyorum; binaların hatırası vardır, tedaileri vardır; ama her bina muvakkat bir ömür için inşa edilir. İçindeki eşyalara da hayıflanmıyorum; nasıl olsa bir yerlerde fotoğrafları vardır; eşyaya perestiş insanın en budala taraflarından biri; antikaya kıymet izafe etmekte çok ince bir putperestlik iması sezmek bile mümkün. İçimde bir yerleri gönül burkuntusu gibi sızlatan şey, gideni yerine koymak noktasında takatsız kalışımız, İstanbul ile ateş, ezeli rakip; İstanbul'un uzviyeti zaman zaman ucunu kenarını kavurup küle savuran ateşi adeta evin kedisi gibi evcil ve şehre dair bir ayrıntı haline getirmiş; İstanbul her zaman kendini tazelemeyi bilmiş ve zaman zaman koca birkaç semti kara bir kül yığınına çeviren yangın afetinin kalıntıları, İstanbul denilen fettanın çehresinde "sürme" gibi bir güzellik unsuru olup da "haspa"ya yaraşmış. Lakin artık öyle değil; İstanbul, kendini itin-kopuğun, uğursuzun elinden esirgeyemeyecek derecede yorgun. İstanbul'da ölümcül hastalara perhizle eziyet edilmemesi manasında kullanılan "doktor ne yerse yesin dedi" cinsinden bir mukadder akıbeti kabullenmişlik haleti gördüm; aşıklarına güzel görünmek hevesini bile kaybetmiş bir dildanenin bezginliği var bu beldede.

Eğer hata edersem aziz dostlarım İskender Pala ve Abdullah Uçman beni nasıl olsa ikaz ederler; Necib mahlasıyla yazan şairlerimizden Sultan III. Ahmed'in tam da bu hale münasip bir beyti aklıma geldi, diyor ki hazret:

"Külahın sat yine lakin yokuncul olma namerde

Cihanda kelle sağ olsun, külah eksik değil merde"

Va esefa ki gideni yerine koymak, yananı ihya, yıkılanı bünyad eylemek için bizde artık ne külah kaldı ne kelle; giden, kendine ait bütün dünya ile beraber gidiyor. İstanbul yangınlarından arta kalanı bir güzelin çehresindeki "sürme"ye teşbih edecek ikame kuvvetimiz kalmadı; çok çok paslı kerpetenle sökülmüş bir dişten arta kalan kanlı bir çene kovuğu.

Çoktan beridir cümlemiz harikzedegan takımından sayılırız!

(*) Harikzedegan; yarısı Arapça, yarısı Farsça olan bu tabir "yangına uğramış kimseler, yangından zarar görmüşler manasına geliyor; eski İstanbullular bu tabiri bilir ve kullanırlardı. Eğer yanılmıyorsam yakın zamanlarda Laleli semtinde çıkan bir yangından sonra yaptırılan afet apartmanları bu isimle anılmakta idi.