‘Ankara'da hâkimler var'; darısı Türkiye'ye!
30 Temmuz 2008'de AYM, AK Parti'nin laikliğe aykırı fiillerin odağı olduğu iddiasıyla açılan kapatma davasını karara bağladı.
Kararın ilginç bir matematiği vardı: 11 üyeden 6'sı kapatma, 5'i kapatılmama yönünde oy kullanırken, hazine yardımının kesilmesi talebine 11 üyeden 10'u ‘Evet kesilsin', 1'i ise ‘hayır kesilmesin' kararı vermişti. Kapatılma talebi ‘nitelikli çoğunluk' sağlanamadığı için reddedilmiş oldu, buna mukabil AK Parti'ye tahsis edilen hazine yardımı ‘nitelikli çoğunluk'la yarı yarıya kesildi. Sonuçta şöyle bir tablo oluştu: AYM, iktidardaki partiyi laikliğe aykırı eylem odağı ‘gibi' kabul ediyor ve ‘bir daha yaparsan ağzına biber sürerim senin' yollu bir ihtarla da okkalı bir para cezası kesiyordu.
O günleri hatırlıyorum. Cumhuriyet başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın iddianamesi, temsil ettiği kitle adına cesur fakat, delilleri itibariyle son derece zayıftı. Google tarama motorundan derlenen kupürlerle desteklenen iddianamenin, normal şartlarda AYM tarafından kabul edilmesi bile çok su götürürdü (hâlâ götürüyor!). Ne var ki bu davanın arkasında duran irâde, o günkü şartlarda hayli güçlü bir derin koalisyondu. Bana göre AYM tarihinin en dramatik ve kararı budur. O günlerde şunları yazmışım: “Kimse sevinmesin. Bu davanın kaybedeni bütün taraflarıyla Türkiye'dir. Kazanan ise globalizm.” Yani dünya dengeleri; yani ‘kapatırsak bunu dış dünyaya nasıl izah ederiz' telâşeleri, ‘Piyasalar ne olur, iktidar boşluğu nasıl dolar?' sıkıntıları...
AYM'nin Can Dündar ve Erdem Gül'ü tahliye kararını, ‘Ankara'da hâkimler var… Bir sandalye bir tahtı devirdi' iyimserliğiyle karşılayanlar var. İnşallah öyledir; bu ‘Hak ihlâli' kararı, sair hak ihlâllerine de emsâl olur. Meselenin acıklı tarafı şu: Bir hukuk devletinde yukarıdaki cümleyi kurmak saçmalıktır. Hukuk kuralları genel, soyut ve sürekli ise (Türkiye için bu prensibin geçerli olduğunu sanmıyorum. Bizim fazlasıyla ‘yerli ve gereğinden ziyade milli bir hukuk konseptimiz oluşmaya başladı çünkü!), evet hukuk kuralları genel, soyut ve süreklilik vasfı taşıyorsa bir hak ihlâlinin umûma teşmil edilmesi, içtihad haline gelip emsâl teşmil etmesi için temennî veya duada bulunulmaz. Zaten öyle olur ve olmaması hukuku sakatlar. O zaman hukuk kuralları genel, soyut ve sürekli değil, ‘Adamına göre, istenen adrese teslim ve keyfe göre' uygulanacak demektir. Yani, ‘Kardeşim bu hak ihlâlinden Ahmet istifade edebilir ama Osman edemez; bu karar görülen lüzuma göre genişletilebilir, kısmen uygulanabilir veya yokmuş gibi de farz edilebilir. Böyle soyut şeylerle kafanı yorma sen!' mânâsı çıkar buradan.
Yandaş takımının karardan sonra ‘AA casusluk artık serbest; hem dava kapanmış değil, takipçisi olacağız' kabilinden sinirli tepkilerini ciddiye almak gerekmez. Esasen mutlu olmaları gerekiyor, zira karar, demokrat dünyadan Türkiye'ye yönelen ağır tepki ve eleştirilere karşı hayli ‘medyatik' bir soluk alma vesilesi doğurdu. ‘Ankara'da hâkimler var' cümlesinin altını bu sebeple önemli buluyor ve altını çiziyorum. ‘İşte en yüksek mahkemenin kararı; Türkiye'den daha ne istiyorsunuz kardeşim!' dedirtecek, basınç odasında biriken kızgın buharı bir ölçüde tahliye edecek bir metinle karşı karşıyayız.
Konuyu hukuk çerçevesinde tartışmanın faydasından emin değilim ama anladığım kadarıyla öyle yapmaya çalıştım. Yaptıkları haber ve yorumlarından ötürü tutuklu tek gazeteci Dündar ve Gül değil ne yazık ki; başka gazeteciler de var. Meselâ Mehmet Baransu'nun AYM başvurusu, işkence ve kötü muamele gördüğü iddiasını, iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle ‘usûl' açısından reddedilmişti.
Geçmiş olsun Dündar ve Gül meslektaşlarım. Sizin için açan ümit çiçeğinin bir ilkbahara dönüşmesini diliyorum ve çok şey dilediğimin de farkındayım.