Alevî miyim neyim?
İslâmcı arkadaşlar bir aralar, “İnsan hakları mı; İslâm'da kralı var fakat kadrini bilmemişiz; bakınız orada işte” derler, Batı'nın insanlığa hayırhah bir değer ve kavram üretemeyeceğini savunurlardı. Yani bir bakıma biz, çok eskilerde yaşadığımız bir hayâtın güzelliklerini Batı vitrininde görünce ne oldum delisine dönmemeli, küçüklük kompleksine kapılmamalıydık.
İğneyi kendime de batırıyorum: Tersinden de olsa Batılı kavramlara Müslüman elbisesi giydirerek savunduğum olmuştur. Sonunda bu müdafaalar, “İslâm'ın hiçbir beşerî sistemden eksiği yoktur” mânâsına geliyordu ve elbette bu müdafaa biçimi, İslâm'ı politik bir sistem, formu hâlâ meçhul ise de bir devlet nizamı addetmek tembelliğine dayanıyordu. Zihnî ve amelî bir tembellik. “El Dîn”in içinde ne olduğu ve olması gerektiği hakkında hâlâ ulemâ beyninde ihtilâf var. Sizi yormamak için peşin söyleyim, hâşâ ulemâdan sayılmam fakat naçiz kanaatim, ‘Din'in, hazır mobilya ambalajlarından çıkan ‘nasıl monte edilir?' kitapçığı olmadığıdır. Din, en geniş mânâsıyla ahlâk, daha doğrusu hüsn-i ahlâktır ve hüsn-i ahlâkın hayata geçirilmesi, yemin ederim ki bir siyasi rejim tasarlamaktan, bir devlet nizamı kurup işletmekten daha ağır bir sorumluluktur.
Bu varsayıma, tarihi tecrübemiz bakımından itirazım var: Doğru olsa eseri görünürdü. İslâm tarihinde kuyruklu yıldız gibi parlayıp geçen birkaç istisnâi ve kısa âdil melik haricinde bu varsayımı ayakta tutacak bir olaylar koleksiyonuna sahip değiliz. Demokrasiyi Müslümanlar icat etmedi ve İslâm tarihinde tam olmasa da buna benzer uygulamalar bulunmuyor. Müslümanların siyasi alışkanlığı monarşiye biat, hükümete itaattir. Hukukun, iktidar gücünden ayrı işlemesi prensibinin ise ‘şudur' diyebileceğimiz bir misâli yok. Hukuk daima ‘Sultan'ın maiyetinde oldu ve hâlâ öyledir.
Bu varsayımı şu noktada destekler ve sonuna kadar savunurum ama: Muzu kabuğundan soyar gibi, ‘Din'i ahlâktan ayırıp bir nevi ibadet disiplini şekline koyarak İslâm'ı iktidara getirme ülküsü yerine ahlâkı hayata taşıma fikrine ağırlık verseydik, şüphesiz insanlığa daha hayırlı ve özlenir bir model sunabilirdik. Minicik kafama ve daracık karîhama göre Allah'ın insanlardan yapmalarını murad ettiği en ağır vazife de budur; bir ütopya. İnsanları naturasına kolay ve munis gelen çözümler yerine ‘dar kapı'ya, feragate, bölüşmeye, hakşinaslığa, tek kelimeyle insanı tabiatının fevkine çıkmaya teşvik eden bir ütopya. Siyasetin pratiğinde geniş kapı, becerikli ve cerbezeli birini bulup ‘aman fitne çıkmasın' diye ona biat etmektir. Bakmayınız siz Sünnisiyle Şiisiyle Müslümanların Muaviye'ye ‘Saltanatı bu adam icat etti' diye saydırıp durmalarına. Muaviye kendinden önce icat edilen bir ‘geniş kapı' modelini Müslümanlar üzerine tatbik etti ve ‘kolayca' muvaffak oldu. Dar kapıyı Hazreti Ali seçti, omuzladı ve yenildi. Hazreti Ali, kelimenin bütün müştaklarıyla Müslümandı; Muaviye ise kavramın bütün çağrışımlarıyla siyaset adamı!
Biz bugün hâlâ ardından ‘Allah vechini keremlendirsin' diye yâd ettiğimiz Hazreti Ali'nin uğradığı mağlubiyetin enkazı altındayız. Dünya tarihine ‘budur' diye misal gösterdiğimiz cihangirlerin, meliklerin veya emsâlinin verniği biraz kazınsa altından, devleti maslahat icabı dinden bile aziz tutan bir müstebid, en zorlama yorumla başarılı bir monark çıkar ve kafilenin tamamı Muaviye'nin harmaniyesinden türemişlerdir.
‘İdareciler neyse fakat ahali sağlamdı azizim' yorumlarına gelince; diyorum ki ‘Hani nerde nerde?' Zulmün en âşikâr, hatta naklen yayınlanan cinsine bile rıza gösteren bir topluluğun yüzünü hangi “demokratik” veya “İslami” erdemlerinden ötürü yıkayacağız?