Ahmet Turan Alkan.net Gayriresmi Ahmet Turan Alkan Sitesi

Büyük dayımın kütüphanesi, büyük odalarındaki yüklük hizmeti görmeye tahsis edilmiş duvarın orta yerinde kilitli cam kapakla korunan ve siz bilemediniz beş-altı sıra büyük boy kitap rafından ibaretti. Kilit altında tutulmasının tahmin edilebilir birkaç sebebinin ötesinde çok ciddi bir gerekçesi daha vardı:

Günün birinde dayım, rafların kolay görünmez bir yerinde muhafaza ettiği "o kitap"lardan birini gösterip de bunun "yasak kitap"lardan biri olduğunu anlatınca durumu anlamıştım. Said-i Nursi'nin "Sözler"iydi bu kitap; Rıza Nur'un "Hayat ve Hatıratım"ı da vardı; sonra Kur'an tefsirleri, Buhari, Tırmızî ciltleri, Riyaz'üs Salihîn; daha sonra Cemal Kutay'ın Hürriyet ve İstiklâl Mücadeleleri Tarihi, "Bilinmeyen Tarihimiz"i anlatan tarih kitapları ve Safâhat.

Âkif'i elbette okul sıralarında tanımış olmalıyım fakat zihnimde tuttuğu yer, 60'lı yılların hangisinde basıldığını bilmediğim o kalın şiir cildiyle başlamıştır.

Ne latîf tecellîdir ki ilk lise yıllarında, kitap sayısı iki elin parmaklarını geçmeyen cılız kitaplığımın en şâhâne ve vazgeçilmez eseri yine Safâhat oldu ve beyaz muşamba cilt üzerine siyah mürekkeple basılmış bu Safâhat cildini yine büyük dayımın verdiği harçlıkla satın almıştım. Harçlık 20 liraydı; tesadüfe bakınız ki Safâhat'ın fiyatı da tam 20 lira.

Safâhat'ın yayın hakları o yıllarda dâmadı Ömer Rıza Doğrul'da olmalı ki her Safâhat'ta aynı takdim ile karşılaşırdık. Her yıl sular seller gibi satılan Safâhat'ın te'lif gelirlerinden, daha sonraları zaruret ve perişanlık içinde ömür tükettikleri anlaşılan Âkif'in evlâtlarına da bir hisse düşer miydi bilmiyorum. Ailevî meselelerdir, tafsilatına girmiyorum.

Safâhat, Mehmet Âkif Ersoy'un şiirlerini iki kapak arasına toplayan kitaptır; eserden müessire giderek Safâhat şairini, şiirine bıraktığı ruh izleriyle de takib edebilirsiniz; ben Mehmet Âkif Bey'i, devrinin gaileleri arasında yalçın bir kayalık gibi dimdik duran bir şahsiyet olarak Mithat Cemal Kuntay'ın "Mehmet Âkif" isimli âbide biyografisiyle tanıdım ve sevdim; o günden beridir benim için şahsiyet, daima şiirin ve sanatın önünde giden ve zannımca öyle takib edilmesi gereken bir dikkat unsuru teşkil etmiştir.

Sanatı, mücadelesi ve milleti için gördüğü hizmetler için kimselerden karşılık talep etmemiş bir karakter heykelidir Mehmet Âkif. Fikrime iştirak etmemekte serbestsiniz; Yunus Emre, Âkif'in zamanında yaşasa, Âkif'in sûretinde görünürdü diye düşünürüm.

Doğru, dosdoğru, hatta bazen bize "lüzumundan fazla doğru" gibi görünen bir adam. Şiirini, mücadelesini, sanatını ilhâmından değil de canından, kanından yontarak inşâ etmiş bir adam; herkes onu "Şair" kimliğiyle tanıyıp hâtırasını ta'ziz ededursun, ben onu hayatına döşediği karakter metâneti ile sevip hayran oldum.


Midhat Cemal Kuntay, arkadaşı, ağabeyi, en yakın dostu Mehmet Âkif merhumu anlattığı o tadına doyulmaz kitapta, Kapalıçarşı'nın Nûruosmaniye Camii çıkışındaki bir kebabçı dükkânından bahseder: Kebabçı Kâmil'in dükkânı.

Dükkân, Midhat Cemal Bey'in beklentilerini karşılayacak neviiden bir dış görünüşten mahrumdur; daha ziyade çevre esnafın uğrağı ananevi bir kebabçı dükkânıdır ama o, Kâmil'in dükkânına Âkif de oraya gittiği için uğramaktadır. Şöyle anlatıyor:

"Ama Âkif de buraya nasıl geliyordu biliyor musunuz? Gururundan yekpâre bir göğüs kesilerek! 'Burası bir Türk'ün idare ettiği o müesseseydi ki yemekleri hilesizdi; sahibi, doğruluğu ile ekmeğini kazanan adamdı!' Âkif'in kebabçıya olan muhabbeti vatan sevgisiyle karışarak ince bir şey oluyordu.

Bir gün bu lokantada Âkif'le sessizce kavga ettik. Ben bir aralık rafta duran tabağı gösterdim.

'Bu baklava denen zıkkım da mekûlattan değildir. İnsan bir lokma yer sonra tıkanır' diyecek oldum.

İster misiniz Âkif bu lâfıma kızsın ve bana o türlü bir istihzâ ile baksın ki bu bakışlara nazaran benim lâfım 'züppelik' olsun; baklava da milli mevcudiyetimizin inkâr ettiğim bir parçası! Dondum kaldım.

...

Âkif böyleydi; Tekirdağ kadar, memleketin karpuz kabukları da onun gözünde vatandı." (Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif, L ve M yayınları, İst. 2005, s. 111 vd.)


Biz o milliyetçilik, daha doğrusu "millîlik" vasfına ne kadar nâdiren temas edebilmişizdir. Milletine İstiklâl kavramının en büyük ve manidar şiirini, İstiklâl Marşı'nı armağan eden Âkif, yeri gelince itirafından gocunmadığı bir tabiilik ve aidiyetle Arnavutluğunu telâffuzdan çekinmez. O mânâda ne kadar da millîdir ve bu vasfından ötürü kimseleri borçlu veya alacaklı çıkarmaya tenezzül göstermez bir ivazsızlık içindedir. Bize bu nükteyi Mehmet Âkif Bey, bütün bir hayatıyla, çilesiyle, mücadelesiyle öğretmişti; dersimizi çalışmamışız, Âkif'e İstiklâl Marşı ile Çanakkale Şehitlerine şiiri arasına sıkışmış bir destan şairi muamelesi revâ görerek o büyük dersi ihmâl etmişiz!

Bugün etnik kimlik, kültürel haklar, anadilde eğitim gibi "millî" heyecanların peşinde neş'eyle yürüyenlerimiz hesab etmeli ki -eğer gerçekten öyleyse- kendi Âkif'lerini yetiştirmek için tarihin ve kaderin arasında kimbilir kaç asır boyunca kıvamlarını bulmak zorunda kalacaklardır!

Âkif, Türkiye'de yaşayan insanlara "millet" olmayı işaretlemiş adamdır.


Sevgili anne-babalar, sevgili öğretmenler; evlatlarınıza, öğrencilerinize Mehmet Âkif Bey'in bükülmez karakter metânetini öğretmeyi unutursanız, Âkif'ten bir şey öğretmiş sayılmazsınız!

Ah o güzel ahlâk, ah o imân salâbeti, ah o hiçbir bedel karşılığında yatıştırılması ve tediye edilmesi gerekmeyen memleket ve millet muhabbeti...